24 Temmuz 2016 Pazar

Cennetin Tanrıçası - Anomalisa

Bir filmin yapımcıları arasında Charlie Kaufman adını görmek çok büyük bir olaydır. Öyle bir sinemacı düşünün ki yaptığı her işte yaratıcılık olsun… Daha önce yapılmış hiçbir filme benzemesin… İşte Kaufman böyle bir insandır. Bunu Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Being John Malkovich ve Adaptation filmlerine bakarak söylemek zor değil.

Michael Stone işinde çok başarılı, tanınan bir adamdır. İletişim üstüne yaptığı konuşmalar, yazdığı kitaplar, verdiği tavsiyeler insanlar tarafından kabul edilir ve örnek alınır. Ancak bir sorun vardır ki insanlar arası ilişkilerde bu kadar uzman kabul edilen biri, kendi hayatındaki insanlarla olan iletişiminde o kadar iyi değildir.  Onun hayatındaki herkes sıradandır. Hatta hayattan bıkmıştır. Dinleyicilerine “her bireyde neyin özel olduğunu arayın” derken, onu kendi hayatında uygulayamaz.  Sadece gün içinde isteyerek ve içinden geçerek, özgürce yaptığı hiçbir şey artık kalmamıştır. Ailesi bile onun için sıradandır artık. Genel olarak düşününce Dünya üzerinde yaşayan 8 milyara yakın insanın büyük çoğunluğu için de hayat böyle değil mi? Böyle olmasa bile herkesin hayatında en az bir döneminde böyle bir ruh haline girmediğini rahatlıkla söyleyebilir miyiz?

Filmde kaçırılmaması gereken birkaç ayrıntı var ki bir tanesi (belki de en önemlisi) başkarakter Michael’ın ve onun değer verdiği (daha doğrusu sıra dışı bulduğu) Lisa dışında herkesin sesinin aynı olmasıdır. Michael’ın günlük yaşamında onun dikkatini çeken ve dinlemekten zevk aldığı bir tek Lisa olduğu için Lisa’nın sesini farklı algılıyor. Hatta Lisa ile vakit geçirirken onu daha fazla tanıma fırsatı yakalayıp, onun da yaşam şeklini, alışkanlıklarını, düşünce yapısını, ne yapmaktan hoşlandığını vs. öğreniyor. Bu tanımadan sonra onun da çevresindeki diğer insanlar gibi olduğunu anlıyor ve Lisa’nın sesi de başkalarının sesiyle aynı olmaya başlıyor.

Film kısacası insan olmaya odaklanıyor. Herkesin göz ardı ettiği küçük insancıl sorunlar ve dertler bu filmde hissettiriliyor izleyiciye. Hem herkese hitap eden, herkesin anlayabileceği bir film olan hem de bu kadar marjinal olan bir film sinema tarihinde çok azdır. Charlie Kaufman harika iş çıkarmış. Bu kadar sıradan konuyu bile sıra dışı bir şekilde anlatmak, mesaj vermek kesinlikle takdir edilesi. Günümüzde bu yapımın önemi ne kadar anlaşılır emin değilim ama 20-30 yıl sonraki popüler sinemanın yanında bu yapım bir kült film olarak değer kazanacaktır. Anomalisa, belki de tüm zamanların, en insancıl yapımıdır.


Eleştirmenin Puanı: 9.5 / 10

12 Temmuz 2016 Salı

3ü1 Arada: Woody Allen

Irrational Man (2015)
Woody Allen’in konsept ve senaryo bakımından önceki filmlerine kıyasla çok farklı olan bir yapım. Her filminde romantizmin yanında belli bir felsefeyi de işlemesiyle kimilerince ‘Hollywood Filozofu’ olarak anılan Allen, bu filmi de varoluşçuluğun üzerine kurmuş. (Bunu yaparken de başta Dostoyevski ve Jean Paul Sartre olmak üzere o akımın önce gelenlerini anmaktan geri kalmıyor.) Seçimlerimizin ve kararlarımızın hayatımızı ne derecede etkilediği hakkında düşünmüş. Aynı zamanda da, film yaptığının bilincinde olduğundan olsa gerek, karakterlerin davranışlarını da sürrealizmin çevresinde tutmuş, caz müziği eşliğinde.
Woody Allen’ın son zamanlarda çektiği en başarılı filmlerinden… En az Midnight in Paris ve Manhattan kadar tatlı, felsefi, sanatsal, düşündürücü ve kalıcı. Sanat ve felsefi filmlerin sıkıcı olduğuna dair dogmatik bir düşünce vardır. Allen bu düşünceyi, yaptığı filmlerle her seferinde yıkmaya devam ediyor.
8.0 / 10

Magic in the Moonlight (2014)
Woody Allen’ın Avrupa’yı, özellikle Fransa’yı sevdiğini görebiliyoruz ki bir önceki filmi Midnight in Paris ile 1900’lerin başlarındaki Paris’e ara ara gidip gelirken bu filmle orada kalıyor ve filmin o dönemde geçmesini sağlıyor. Sihre ve yüce bir güce inanmayan, başkalarını kandırmakla hayatını kazanan kandırılamayan bir sihirbazın kandırılmasını anlatıyor. Tabii ki aşk ile… Ana karakter Stanley’in, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ romanının karakteri Bay Grand ile benzerliği gözden kaçmıyor. Ayrıca filmde Dickens ve Nietzsche’den de alıntılar mevcut. Arka planda çalan harika müzikleri müthiş doğa manzaraları tamamlıyor. Diyaloglar yüzümüze tebessüm getirdiği gibi düşündürüyor da. Woody Allen’ın belki en iyi filmi değil ama kesinlikle tatmin edici.    
7.0 / 10

Match Point (2005)
“İyi olmaktansa şanslı olmayı tercih ederim” mottosu üzerine kurulu, neredeyse herkesin hayata dair plan yaparken hesaplamayı unuttuğu ‘şans’ faktörünü çok başarılı anlatan bir yapım. Bunu anlatırken de tenis sporundan örnek veriyor. Tenis topu fileye çarpar, bir süre havada kalır ve diğer tarafa düşerse sayı sizin olur, sizin alanınıza düşerse sayıyı kaybedersiniz. Ne kadar iyi olursanız olun, o an sadece şans sizinle olursa sayıyı alırsınız. Hayatlarımızda da böyle değil mi? Elimizden gelenin en iyisini yapsak da hesaplanmayan öyle bir an gelir ki çok çalıştığımız ve iyi olduğumuz alanda kaybederiz, gerileriz. Hatta hayatımızdaki iniş ve çıkışların başrolünün şans olduğunu bile söyleyebiliriz.
Londra’da geçen, sanki bir opera ve müzikal bir oyunmuş gibi izlememizi sağlayan ve Woody Allen, zekasını filmin sonunda hissettirip izleyenleri şaşırtan bir film. Görülmeye değer…
7.5 / 10