9 Nisan 2015 Perşembe

Yavaş mı Gittim Yoksa? - Furious 7 (2015)



Bu filmin ne olduğu önceki 6 filminde belliyken, hem Paul Walker'ın ölmesinden hem de serinin yedinci filmini yeni bir yönetmene (James Wan) yaptırmalarından dolayı yine de izledim, belki farklı bir şey görürüz diye. Ama ne yazık ki değişen bir şey yok, hatta değerini düşürmüş diyebilirim. Tabii ki maddi değerden bahsetmiyorum, bütçe ve hasılat bakımından zirveye ulaştığı apaçık ortada. Gerçi bu tür filmler sadece para kazanmak ve ego tatmin etmek için yapıldığı ve görünen o ki amacına -maalesef- ulaşıyor, 7 filmdir kendini tekrar ettiği halde.

Film (Hızlı ve Hep Aynı Terane) öncekilerle neredeyse aynı olduğu için karşılaştırmaya girişmeyeceğim. Onun yerine en temel gördüğüm ögeleri maddeledim.

1. Kurgu ve Senaryo
Önceki filmlerinde olduğu gibi korktuğum gerçekleşti ve ahlaktan yoksun, yer yer gereksiz bir şekilde cinsel imgelere boğulmuş sahnelerin olduğu, sinema sanatına ait bir ize rastlanmayan, lise düzeyine bile ulaşamamış ergence yapılan muhabbetleri içeren ve bireysel veya bireyler arası dayanışmaya dayalı oyunculuktan çok sırf gösteriş için kişisel kaslı vücutlarını gösterme çabaları olan bir yapım izledik. Ayrınca yedinci filme göre çok ama çok klişe vardı. Gözümüz artık aynı sahneleri görmekten yoruldu. Kızlar arasındaki teke tek kavga, modern ateşli silahla oynamak yerine bir takım hurda ve hırdavatlarla kapışıp cengaverlik denemek, çift yolda giden tırın kasasından düşen uzun borular, var olmayan üstün bir teknoloji'nin (God's Eye) "yanlış ellere geçerse ne olacak" sorusu, intikam için geri dönme vs.

2. Aksiyon Sahneleri
İnkar edemem, uzun zamandır böyle bol aksiyonlu bir film izlememiştim. Verdikleri paraya ve kullandıkları teknolojiye hakikaten değmiş. Temposundan hiçbir şekilde taviz vermiyor. Sadece Dubai'de geçen binadan binaya atlama sahnesini yetersiz ve basit buldum. Zaten Dubai'de geçen aksıyon sahnesinde zirveyi ele geçirmek çok zor, Tom Cruise'un Mission Impossible: Ghost Protocol'de Burj Halife binasından atlamasından sonra...

3. Jason Statham
Kardeşinin intikamını almaya çalışan Deckard Shaw rolüyle karşımıza çıkan Statham, filmdeki en gereksiz karakterdi belki de. Srıf reklam amaçlı filme geldiği çok belli. Filmden çıkarsa filmin sırıtacağını ve filmde boşluk olacağını düşünmüyorum, zaten Jason için filmi bayağı bir uzatmışlar. Çıkarsa hem film kısalırdı.

Zaten Jason Statham'ın bulunduğu filmler (Revolver ve çok çok nadir bulunan istisnaları dışında) sinema denen bir icraatın ürünü değil, bazılarını kısa süreliğine eğlendirmek için yapılmış sadece gösteriden ibaret. Statham'ın bu yapımda yer alması da filmin değerini (kanımca) küçültmüş veya bir etkisi olmamış, ama şunu diyebilirim ki manevi yönden hiçbir şey katmamış.

4. Çekimler
Bazı sahneler 10larca kamera kullanılarak çekilmiş. Yönetmenin izleyiciye en uygun görüntüyü vermesi önemli, takdir ettim. Çoğu sahnelerse 2-3 saniyelik olarak çekilmiş ve birleştirilmiş. Her aksiyonda olduğu gibi kamera çok kesiliyor.

5. Paul Walker
Özellikle 'Eight Below' filmiyle benim gönlümü kazanmış biridir kendisi. İroni dolu olan ölümü çok tartışıldı. Hatta bazı insanlar filmin sonuna kadar Paul'un öldüğünü düşünmüyordu. Kendisi daha filmin çekimleri bitmeden öldükten sonra filmin kardeşi rol alarak bitirdi. Belki bir takım makyaj hilesiyle, Paul'u kardeşinden ayırt etmek çok güçtü. Hayranları onu özleyecek. Allah'tan rahmet dilemekten başka ne yapabiliriz ki?

Sanki yapımcılar bu adamın üstünden para kazanma çabası içindelerdi. İzleyenlerin çoğu kafalarındaki "Paul Walker öldü mü?" sorusunu cevaplamak için gitmiştir filme. Adamın ölümü gerçek olduğu öldüğüne inanmayanlar da vardı, ta ki Furious 7'a kadar. Ne hayranlık ama...

Eğer film ciddiye alınmazsa, 135 dakikaya dayanıp, kafa dağıtayım, biraz bilgisayar efektlerinde boğulayım diyorsanız, beklentilerinizi karşılayabilir.

Eleştirmenin Puanı: 6.0 / 10


Biraz Farklılık Beklerdim - John Wick (2014)


Aksiyon filmlerinden pek haz almadığımı söylemiştim bir özgünlüğü ve hemcinslerinden orijinallik belirtisi yoksa. Film sinemalarda gösterilirken tavsiyelere cevap veremeyip, filmi vizyonda izleyememiştim. Ancak izleme fırsatı bulabildim.

Chad Stahelski'nin ilk filmi olan John Wick için başrole Matrix'te Neo'yu canlandıran Keanu Reeves'i uygun görmüşler. Reeves adını filme veriyor ya da adını filmden alıyor, her neyse, John Wick denen bir adamı canlandırıyor. Film zaten tek kişilik gibi. Son derece vasat olan bir aksiyon filminde beliren en büyük özellik.


John Wick emekli bir suikastçidir. Eşinin ölümünden birkaç gün sonra eşine ait bir mektup ve bir köpek geçer eline. Eşinin ölümünden sonra hayata küsen Wick, eşine ait gelen köpekle yeniden hayat bulur ve köpekle hayat dostu olur. Wick'in emekli olmadan önce çalıştığı yerin (suikastçılar birliği, mafya, çete, teşkilat, ne derseniz artık size kalmış) sahibinin oğlu John Wick'i tanımaz ve onun kullandığı arabayı çalmak için Wick'e şiddet uygular, yetmezmiş gibi onun köpeğini de öldürür. Bunun üzerine John, hırslanır, intikam almak için o teşkilatın sahibinin oğlunu öldürmek için yola koyulur.

Şunu söylemeliyim ki filmde kullanılan devamlı çalan müzikleri gerçekten beğendim. Hem filme bağlanmamızı sağlıyor hem de aksiyon sahnelerine yakışıyor.

Ama filmin müzikleri durumu kurtaramıyor. Aynı konuyu, aynı senaryoyu işleyen düzinelerce yapım var, hepsi de birbirinin fotokopisi gibi. Yönetmenin acemiliğinden kaynaklanıyor desem pek yakışmaz heralde, çünkü Chad Stahelski V for Vendetta'dan The Matrix'e, Rambo'dan Die Hard 4'a, The Hunger Games: Catching Fire'dan 300'a, Spider-man 2'dan birçok X-men serisinin filmlerine ve daha fazlasının sayısız filmin denetleyici koordinatörlüğünü ve reklamını yapmış biri. Benim görüşüme göre, Stahelski, yıllardır sinema sektöründe bulunmuş biri olarak, yönetmenliğini yaptığı ilk filmi John Wick'e biraz orijinallik katabilirdi. Hatta filmi izlerken aklıma Çinli aksiyon filmi yönetmeni John Woo geldi. Bu filmi o çekse daha mı iyi olurdu sanki?

Sonuç olarak bir anda başlayan ve çabucak biten bu hızlı, vasat aksiyon filmi, kendinden öncekilerinin kopyası olsa da can sıkıntısına ve yorgun bir günün ardına bir nevi iyi gelebilir. Biraz araştırma yapınca seri filmi yapıpi John Wick 2'yu çıkarmayı düşünüyorlarmış. Umarım bu filmi gibi kopya olmaz, üzerine bir şeyler katarlar ve izleyenlere "biz film yaptık, ama sadece yaptık, nasıl ve niçin yaptığımızın bir önemi yok" izlenimi vermezler.

Eleştirmenin Puanı: 5.2 / 10

29 Mart 2015 Pazar

Anne Olmak (2011) - We Need to Talk About Kevin



Türünün en başarılı örneklerinden olan bu psikolojik gerilim filmi, bayan yönetmen Lynne Ramsey'in bir başyapıtı. Lionel Shriver'in romanından sinemaya uyarlama... Hem yazarın hem de yönetmenin bayan olması bu film biraz da olsa otobiyografik bir nitelik taşıyor mu diye düşündürmüyor değil. Öyle ya da böyle izleyen herkese annelik kavramını gayet iyi bir şekilde anlattığını düşünüyorum.

Film Tilda Swinton'un canlandırdığı Eva karakteri kariyerini yükseltme ve zirveye oturma hayali kuran bir kadınken kendini bir yuvada bulur ve hayatının en zor görevini yapması gerekir: anne olmak. Yanında onu ve onun yaptığı işleri pek ciddiye  almayan ve onları anlamayan -sözde- hayat arkadaşı Franklin (John C. Reilly) vardır.

Doğurdukları ilk çocuk olan Kevin ultra problemli (kimisi için ultra asi çocuk) biridir ve annesi Eva'ya bir sürü zorluk çıkartır. Hatta özellikle annesine yapar bunları, babasına karşı çok yumuşak ve cana yakın davranır. Annesi oğluyla her ne kadar iletişim kurmaya çalışsa da annesine muhtaç olmak zorunda kaldığı an (hasta olmak) dışında ona hala yanaşmaz. (Hastayken annesi Kevin'a içinde ok ve yay içeren bir masal okur.) Evde sürekli babasıyla zaman geçirir ve hatta babası Franklin oğlu Kevin'a oyuncak bir ok-yay seti alır. Yaşı ilerledikçe Kevin bu hevesini geliştirir ve gerçek ok-yay takımlarıyla bu sporu hayatına sokar. Ta ki başına bela olana kadar...


We Need to Talk About Kevin, anne olmanın zorluklarını harika bir şekilde gösteriyor bize. İş yaşamındaki insanlar, ev işleri, evdeki insanlar (kocası ve çocuklar), cinsel hayatı, kendine ayırmak zorunda olduğu kısıtlı zaman, çocuklarını anlamaya çalışması, sosyal baskı... Tabii ki bunların hepsi ultra problemli veya aşırı asi bir çocuk olunca çok daha zor oluyor.

Hatta filmi kimin üzerinden gittiğini tahmin etmek izleyene göre değişir. Kimisi filmin merkezinde Kevin var der kimisi Eva der... Şu sorular da sorulabilir; acaba Kevin'da oedipus kompleksi mı vardı? Kevin'ı o hale genetik mi yoksa çevre mi getirdi, veya ikisi birlikte mi?

Karakter seçimi için başta ön yargım vardı ancak film ilerledikçe Tilda Swinton'un belki de en uygun kişi olduğunu gördüm. Yüzündeki o yıpranmışlık, üzerindeki o bitkinlik...



Sonuç olarak çok başarılı bulduğum bir yapım We Need to Talk About Kevin. Herkesi düşündüren, düşündürmeye teşvik eden bir yapım. Yaşadığı o kadar zahmete ve hayatındaki vahşete rağmen filmin sonunda oğlu Kevin'ı yine de görmeye gitmesi ve ona sarılması sanırım anne olmanın ne demek olduğunu gayet iyi açıklıyor.  

Eleştirmenin Puanı: 8.1 / 10
  

12 Mart 2015 Perşembe

Tüm Zamanların En İyilerinden - Birdman (2014)


Alejandro Gonzalez İnarritu'yu tanıdığımdan beri hem kendisini hem de filmlerini sevmişimdir ve bana göre tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden biridir. Her yıl bir, ya da birkaç tane, film yapmaktan ziyade birkaç yılda bir film yapıyor, çoğu yönetmenin aksine. Böylece hem kendini özletiyor hem de yaptığı az ama öz filmlerle kendine tekrar tekrar hayran bırakıyor ve bizi etkiliyor. İnnarritu'nun Detras del dinero'yla başlayan beyaz perde macerası Amores Perros ve 21 Grams filmleriyle kanatlandıktan sonra Birdman ile zirveye ulaşıyor.

Filmin büyük bir bölümü, geçmişte 'Birdman' adında bir çizgi roman uyarlaması filmde rol almış ancak günümüzde eski şöhretini kaybetmiş olan Riggan (Michael Keaton) karakterinin gözünden anlatılıyor. Kariyerine tiyatro sahnelerinde devam ederek hayatında tekrar zirveye çıkmak için fırsat kollar. 

Zaman zaman şizofrenik davranışları olan ve kendisini hala bir süper kahraman olarak gördüğü Riggan karakterinin Michael Keaton olması bu film için belki de en uygun seçim olmuş. Kendisi 90'lardan çıkan Batman serisinden beri bir türlü çıkış, daha doğrusu 90'lardaki ününü, yakalayamayan nam-ı değer eski Birdman-Kuş Adam (Batman-Yarasa Adam). Keaton'un bu filmde oynaması da bu yüzden pek ironik. Riggan'nın kendi iç sesiyle konuşmaları, iç sesinin Birdman süper kahramanı olması ve iç sesinin kendisine gerçekleri söylemesi ama çoğu zaman kendisini tatmin etmeye çalışması hayli başarılı bir gönderme. Zaten çoğu insan iç sesini de egolarını tatmin etmek için kullanmıyor mu?



Çekimler bir hayli ilginç. Yönetmenin tarzı filmlerinde belli oluyor; o da kameranın dinamik olması. Bu filmde ise kamera hiç durmuyor! Her ne kadar öyle olmasa da, sanki tüm film hiç kesilmemiş, sanki filmin başında 'başlat' tuşuna basılmış ve filmin sonuna kadar 'durdur' tuşuna basılmamış gibi. Buna 'Continuous Uninterrupted Shot' deniliyor. (Bunun en iyi ve en bilinen örneklerine Kubrick'in The Shining filminden Danny'nin bisiklet sürdüğü sahneleri gösterebiliriz.) Tabii ki 2 saatlik bir yapım için bu çok zor, hatta imkansız gibi. O yüzden bazı yanıltıcı sahnelerle, bunlar kameranın bize durağan gözyüzünü göstermesi, karanlığa girip 1-2 saniye karanlıkta kalması ve yine birkaç sanıyeliğine boş koridoru göstermesi gibi, izleyicilere çaktırmadan tüm film kesilmemiş gibi duruyor. Bunun sadece özgünlük olsun diye yapıldığını düşünmüyorum. Filmin içeriğiyle alakalı da olabilir. Tiyatro kesilmez ve durmaksızın devam eder, filmlerin aksıne. Oyuncular, oyunu sahneye bir çıkışta bitirirler ve Birdman'nin içeriğinde de tiyatro olduğu için bu yöntemi seçmiş olabilirler.

Yakaladığım bir başka ayrıntıysa, ya da öyle olduğunu düşünüyorum, İnarritu'nun, en az bir sahnesiyle, usta yönetmen Stanley Kubrick'e selam göndermesi ve onu anması. Kameranın durağan bir şekilde boş koridoru göstermesi ve continuous shot örneğinde verdiğim gibi akla The Shining filmini getirdi.

Birdman'deki Koridor

The Shining'deki Koridor

Ek olarak, Whiplash filminden sonra, filmde işlenen de temel enstrüman olarak Birdman'de de bateri seçilmiş. Kamera gibi devamlı işlek olan arkada gelen, hatta birkaç kere kameraya da görünen, bateri, filme daha iyi bağlanmamızı sağlıyor.  

Anlam derinliği olmayan, görsel efektlere ve bilgisayar oyunlarına boğulmuş süper kahraman filmlerini o kadar güzel eleştiriyor ki bu film... Benim için baş ucu niteliğinde çünkü düşüncelerimi bu filmde gördüm. Daha önceki yazılarımda, çevremdeki insanlara da bahsetmişimdir: süper kahraman filmleri ego tatmin etmek içindir. Hatta şöyle harika bir replik barındırır:

"... Gerçek sanat yapmaya kalkışamayacak kadar bile eğitimsiz, tecrübesiz ve hazırlıksızlar. Birbirlerine çizgi filmler ve pornografi için ödül dağıtıp duruyorlar. Değerini hafta sonlarına göre ölçüyorlar. ..."

Gerçekten de öyle değil mi? Sinemayı sadece hafta sonları eğlencesi olarak gören insanlar çoğunlukta. En çok gişeyi çizgi film uyarlaması (süper kahraman) filmleri ve pornografı niteliği taşıyan filmler (The 50 Shades of Grey) almıyor mu? Lindsay Duncan'ın Michael Keaton'a söylediği bir başka değerli söz var ki tam bu tarz içi boş filmlerin oyuncularına söylenmiş gibi duruyor: 
"Siz aktör değilsiniz, sadece ünlüsünüz."

Oyunculuklara değinmeye gerek yok diye düşünüyorum. Hepsi harikulade performans sergilemişler. Eski Batman yeni Birdman olan Michael Keaton, oynadığı rolü yaşayan Edward Norton, asabi ama bir o kadar da çekici olan güzel oyuncu Emma Stone, Naomi Watts, Zach Galifianakis... Hatta çok az görünmesine rağmen filme ve filmdeki rolüne çok yakışan eleştirmen rolündeki Lindsay Duncan bile...

Sonuç olarak bu filmi sadece 2014 yılında çekilenlerle sınırlamak olmaz. Bu film, tüm zamanların en iyilerinden... Verdiği mesajla olsun, eleştirisiyle olsun, çekimleriyle olsun adeta bir zeka ve orijinallik anıtı. Alejandro Gonzalez İnarritu'yu neden bu kadar sevdiğimi bana bir kez daha kanıtladı.

Eleştirmenin Puanı: 9.5 / 10

Son İnsanlar Arasında Bile Bulunan Sınıf Ayrımı - Snowpiercer (2013)



Bu zamana kadar yapılmış aksiyon filmlerine baktığımızda birçoğunun birbirinin fotokopisi gibi olduğunu görürüz. Aynı olaylar, aynı sahneler, aynı finaller, aynı efektler... Kalıcı bir değeri olmayan yapımlar... Derinliği olmayan senaryolar... Bu yüzden aksiyon filmlerine karşı bir antipatim vardır. Tabii ki hepsine değil. Bir aksiyon filminin kalıcı ve içinde anlam derinliği olması için hemcinslerinden farklı orijinal olması gerekir. Hem senaryo hem de çekimlerde...

Jennifer Lawrence'lı The Hunger Games'ten tutun da Christian Bale'in oynadığı Equilibrium'a kadar içinde sistem eleştirisi içeren birçok yapım gördük. Joon-ho Bong'un yönettiği Snowpiercer, kurgu ve senaryosuyla diğerlerinden ayrılmayı başarıyor.



Küresel ısınmayı azaltmak için yapılan bilimsel çalışmalar ters gitmiştir ve dünya tekrar buzul çağına, hatta en kötüsüne, bürünmüştür.(Tarih tekerrürden ibarettir.) Dışarıda kalanlar donarak ölmüştür; hayatta kalanlarsa 'Wilford Endüstrisi' adı verilen kurgusal bir şirketin tüm dünyayı birbirine bağladığı demiryolu sisteminde durmaksızın hareket eden -sanayi devriminin sembolü- trene binmişler ya da zorla bindirilmişlerdir. Her vagonda farklı kesimden insanlar yaşar (en son vagonda ezilen halk; ön vagondalarda zengin kesim). Bu sınıf ayrımı arka vagondakilerin canına tak etmiştir ve isyan çıkarma planı yaparlar, olaylar gelişir.

Bazı açıklanamayan ayrıntıların dışında geriye kalanlar çok başarılı işlenmiş ve sembolik benzetmeler çok güzel kurgulanmış. Tren ekosistemdir ve ekosistemin içinde bulunan her şey de trende gösterilmeye çalışılmış (orman, dev akvaryum (okyanus) vs.) Trenin su ihtiyacının nereden ve nasıl karşıladıklarını açıklamaları da iyi olmuş.



Açıklanamayan ve aklıma takılan ayrıntılardan birkaçıysa; isyancılar önlere doğru ilerlerken depolanmış etlerin bulunduğu bir vagona gelirler ama etlerin nereden geldiği söylenmez. (Çiftlik ya da ahırdan bahsedilmiyor.) Ön vagonlarda yaşayanlar sabah-akşam et tüketirken, arka vagondakilerin aksine, 17 yılda o etlerin tükenmesi lazım.

Bir başka husussa, ön vagonda yaşayanların neye göre seçildiği. Zenginlik mi? (Trende paranın önemi olmadığı için mantıklı gelmiyor.)

Tüm dünyayı bağlayan bir demiryolu hatta var ve hatta güzergahi da filmde gösteriliyor. Tren, okyanusun üzerinden geçiyor. Kilometrelerce uzunlukta olan o okyanusların üzerinden geçerken keşke manzara köprü gösterilse fena olmazdı diyorum.

Olayların gerçekleştiği yıl 2031. Yıl çok yakın ve tahminimce erken. Aynı durum Back to the Future filminde de var ve orada da 2015 yılına gidiyorlardı. Snowpiercer'ın geçtiği yıl (en az) 2070-208lere kadar uzatılmalıydı diye düşünüyorum.

Tabii ki bunlar filmde nazar boncuğu olarak kalıyor, filmin üzerine gölge düşürmüyor. Beni hayal kırıklığına uğratan tek bir nokta var o da Curtis karakterinin filmin sonundaki Amerikan klişelerinden kurtulamamış olması. Son vagona kadar kahraman bir şekilde gel, sonra duygusala bağla, kendini kaybet vs. Yakışmamış.


Kaptan Amerika filmindeki rolüyle bir türlü ısınamadığım Chris Evans burada iyi performans çıkarmış, ama ben en çok Tilda Swinton'u beğendim. Sinir bozucu, kendinden başkasını düşünmeyen Mason karakterini yaşıyor adeta. Ayrıca trenin yapımcısı Wilford'u Ed Harris'in (Truman Show, A Beautiful Mind) canlandırması da ayrı güzeldi.

Sonuç olarak son derece etkileyici ve düşündürücü bir film. Türlerinden farklı bir kurgu ve senaryosu var. İzlemediyseniz tavsiye ederim.

Eleştirmenin Puanı: 7.8 / 10


Biz Burada Ne yapıyoruz? - 7500 (2014)




Uçakta geçen Japon korku filmi. The Grudge ve Ju-on gibi Japon klasikleriyle tanınan Yönetmen Takashi Shimizu insanların farklı korkularını ele almış. (uçuş korkusu, kapalı alan korkusu, yabancılarla aynı ortamda bulunma korkusu, ölüm korkusu vs.)

Devasa boşlukları ve açıklanamayan bir ton kurgusu olan bu film ortalamanın üstünde başlıyor, ancak gelişme ve sonuç bölümleri başlangıcın çok altında.


İzlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz diye düşünüyorum, hatta izleyecek film bulamayınca yani yoklukta bile. Hatta filmin oyuncuları bile filmin çekimli bittikten ve filmi izledikten sonra çok sevdiğim arkadaşım, azizimin (BK) dediği gibi düşünmüş olabilirler: "Biri de demiyor ki biz burada ne yapıyoruz."

Eleştirmenin Puanı: 3.2 / 10

İşaretli Olmak İster Misiniz? - Paranormal Aktivity 5 (2014)



Neden korku filmi izleriz? Korku filmi severler gerçekten korkmayı mı sever, yoksa kendilerini korku senaryosunda bulmayı mı? Veya korkmak bir gereklilik midir? Bir korku filminin başarılı olduğunu söyleyebilmek için 'sadece' korkutması yeterli midir?

Düşük bütçeyle yapımcıların büyük paralar kazandığı bu korku serisi, 2014 yılında çekilen beşinci filmiyle devam etti.

Jesse (Andrew Jacobs) yeni mezun olmuş bir gençtir ve komşusunun ölümünden sonra bir takım gizemli olaylara tanık olmuştur. Son derece meraklı olan bu genç arkadaşı Hector (Jorge Diaz) ile birlikte bu olaylara burunlarını sokmaya başlar ve olaylar gelişir.



Konusu ve çekimleri öncekilere göre farklılık gösteriyor. Bu filmde paranormal olayların tek bir evde geçmediğini görüyoruz. Birden fazla ev, değişik mekanlar ve hatta sokak ortasında. Çekimlerde ilse dinamik bir kamera çıkıyor karşımıza. Serinin öncekilerinde olduğu gibi kamera sabit durmuyor. Bu nedenle yönetmen Christopher Landon kolay yolu seçmiş gibi görünüyor. Çünkü dinamik bir kamerada objektifin önüne birden bağırarak çıkan her şey izleyeni hoplatır, korkutur.

Eğer korkmayı seviyor ve korkmak istiyorsanız kaçırmayın derim. Benden söylemesi, izlerken önünüze bir şey çıkmasına hazır olun.

Eleştirmenin Puanı: 6.7 / 10

Acemilik Örneği - Zamanın Sonundaki Ev (2013)



Zamanın Sonundaki Ev (La Casa del Fin de Los Tiempos) korku türünün örneklerindenmiş gibi reklam yapılan bu Venezuela yapımı korku (!), gerilim ve gizem filmi, Venezuela için bir ilk özelliği taşıyor. İlk olmanın acemiliğinden olsa gerek, sıkıcı ve klişelerle dolu yetersiz senaryosuyla benm (ve sanıyorum birçok kişi) için göz dolduramadı. Gerçi kurgusunun hepsine kötü demek doğru olmaz çünkü başı gayet ilgi çekiciydi ve sonu da ortalarından tahmin edilen bir son gibi değildi. (biraz şaşırtıcı bir sondu)



Filmin kültürel etkisine eğinirsek, (Venezuela yaşam tarzına uzak olduğumuz için çoğumuzun bilmemesi normal) beyzbol'un orada yaygın bir spor olarak görülmesi.  

İyi başlayan, sıkıcı devam eden ve kısmen şaşırtıcı bir sonla biten bu ilk Venezuela yapımı korku filminden sonra yönetmen Alejandro Hidalgo korku filmi senaryolarıyla ilerlerse, La Casa del Fin de Los Tiempos (The House of the End Times - Zamanın Sonundaki Ev)'tan daha iyilerini yapabileceğini söylemek mümkün. Ama korkmak, gerilmek istiyorum diyorsanız bu yapım sizi hayal kırıklığına uğratabilir.

Eleştirmenin Puanı: 5.4 / 10

7 Şubat 2015 Cumartesi

İş Ahlakı Üzerine - Nightcrawler (2014)



Los Angeles'i birçok kez gördük beyaz perdede. Gördüklerimizin hepsi de (çoğu demek daha doğru olur) şehrin suç oranına odaklanıyor; haliyle sahneler gece, karanlıkta çekiliyordu. (Los Angeles birçok insanın gözünde karanlık canlanır. Bu yüzden olsa gerek.) Nightceawler da bir istisna değil ancak konuya, şehrin suçlarına farklı bir objektiften yaklaşıyor.

Suç, cinayet, kaçırılma gibi haberlere ilgi duyan Lou Bloom'un hikayesi... Şehrin sokaklarında cesetleri ve kazaları amatör olarak çekmeye başlasa da iyi gözcülüğü, laf eden ağzı ve kendini yetiştirmesiyle büyük haber kanallarının ilgisini çeker. Gittikçe profesyonelleşir. Acaba işlenmiş suçları haber yapmak, onu zamanla suç işlemeye yöneltecek mi?




Film, bana göre, çok yavaş ilerliyor. Her bir cinayetten sonrasında insan daha fazlasını bekliyor; o yavaş ilerleyen olaylar daha değerli, daha ilgi çeken olaylara hazırlık olsun diye düşündüm. Neyse ki beklediğim (sonuna doğru) oldu ve sonu hem şaşırtıcı, hem heyecanlı, kısacası böyle bir suç filmine yakışır bir son yarım saat vardı.

Lou Bloom'u canlandıran Jake Gyllenhaal müthiş performans sergilemiş. Hatta filmin temposunu ayakta tutan o diyebiliriz.

Ahlak kuralları ve iş etiği üzerine kurgulanan bu film, hep daha fazlasını isteyen biz insanoğlunun bir nevi özeti gibi.

Hepimiz öyle olmasa bile çoğumuz -özellikle iş sahalarında- öyleyiz ya da öyle olalım diye yetiştiriliyoruz: para, ünvan ve güç hırsıyla. Acaba bunun farkında olmayanlar Nightcrawler'ı izledikten sonra öz eleştiri yapar mı, yaptıktan sonra fark eder mi?



Eleştirmenin Puanı: 7.7 / 10

29 Ocak 2015 Perşembe

Başyapıt - Whiplash (2014)

Çok rahat bir şekilde söyleyebilirim ki 2014'te yapılan ama Türkiye'de 2015 yılında vizyona giren Whiplash, son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri, bir başyapıt. Genç yönetmen Damien Chazelle'in kendini ispatlaması...

Filmde bilindik konular işlenmiş. En iyilerden olma hayali kurma, azim, başarılı olunan yolda karşınıza çıkan engeller, öğretmen-öğrenci ilişkisi gibi temalar filmin iskeletini oluşturuyor. Başrolde idolü ünlü caz davulcusu Buddy Rich olan 19 yaşındaki Andrew'i canlandıran Miles Tellar var. Andrew'in tek hayali vardır: en iyi davulculardan biri olmak. Bunun için yeri geldiğinde yeni tanıştığı kız arkadaşından da ayrılır,  egitmenine de saldırır, sosyal baskıya da katlanır.

Filmin konusu çok orijinal değil; ama işleniş biçimi ve özellikle bıraktığı etki... Hem de öyle bir etki ki... (Sinema tarihinde bunun çok az örneği var.) Mesela Andrew, bateriyi 'hırsla' çalarken o hırsı siz de hissediyorsunuz. Ya da onun sinirlendiğini anlayıp bağırmak istiyorsunuz, Andrew'in sahnede çalması gereken ama çalmayı bilmediği bir parça geldiğinde "Ben şimdi ne yapacağım?" diye siz düşünüyor ve endişeleniyorsunuz. Demek istediğim film izleyenleri sadece etkilemiyor, adeta filmin içinde yaşıyormuş gibi hissettiriyor.

Bu film müzik temalı olduğu kadar ilişkileri de ele alıyor. Özellikle öğretmen-öğrenci, baba-oğul ilişkileri ve günümüzün -maalesef- vazgeçilmezlerinden olan 'çevre baskısı'.

Öğretmen-öğrenci ilişkilerini anlatan bircok film gördük. Good Will Hunting ve Dead Poets Society bunun en başta gelen en önemli örneklerinden. Gerçi bu açıdan Whisplar'ı onlarla kıyaslamak ne kadar doğru olabilir ki? Çünkü bu o filmlerin yanında biraz (biraz değil bayağı) vahşi kalıyor. Mr. Fletcher (J. K. Simmons) karakterinin hakkını veriyor ve öğrencilerinin içindekileri çıkarabilmek için her yolu (fiziksel ve ruhsal hasar, sandalye fırlatma, küfür etme, tokat atma vb.) deneyen bir diktatöre dönüşüyor.

Her ne kadar Andrew ve Fletcher'ın bu kadar kötü bir ilişkileri olsa da zamanla birbirlerini tamamladıklarını anlıyorlar.

Filmde ünlü, bilinen parçalara ve insanlara değinilmesi de ayrı bir tat verdi biz izleyenlere ve tabi ki caz severlere. Caz denince akla ilk gelenlerden Charlie Parker olsun, finalde çalınan Duke Ellington'un ünlü bestesi 'Caravan' olsun dikkatimizden kaçmadı. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim, finaldeki davul solosu muazzamdı.

Düşmek bilmeyen temposu olsun, bıraktığı etki olsun kesinlikle görülmesi gereken bir film. Iyi ses sistemindr izlemek oldukça önemli. Sonuç olarak Whiplash'ı izleyin, izlettirin. Eğer, benim gibi, caz seven biriyseniz, bu film basucu filminiz olabilir.

Eleştirmenin Puanı:  8.5 / 10    

10 Ocak 2015 Cumartesi

2014'ün En İyi 10 Filmi

10. Magic in the Moonlight (Sihirli Ay Işığı)


9. The Water Diviner (Son Umut)


8. Interstellar (Yıldızlararası)


7. How to Train Your Dragon 2 (Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 2)


 6. X-Men: Days of Future Past (X-Men: Geçmiş Günler Gelecek)


5. The Grand Budapest Hotel (Büyük Budapeşte Oteli)


 4. Boyhood (Çocukluk)


 3. Whiplash (Whiplash)


2. Gone Girl (Kayıp Kız)



1. Birdman (Atmaca)


5 Ocak 2015 Pazartesi

Savaşta Kaybettiği Oğullarını Arayan Baba: The Water Diviner-Son Umut (2014)

Ülkemizde ‘Son Umut’ adıyla vizyona giren ‘The Water Diviner’, bir deneme niteliğinde aslında. Kimi zaman şizofren olan bir hasta, kimi zaman Robin Hood, kimi zaman Vahşi Batı’da haydut, bazen de bir aile babası ve bir eş olarak gördüğümüz; ama asıl ‘Gladyatör’ kimliğiyle tanınan Oscar sahibi Russell Crowe’un ilk yönetmenlik deneyimi. Genelde ‘ilk’ler insanların çaylaklığını, acemiliğini yansıtır ama Crowe, The Water Diviner’la bu ezberi bozuyor. Şaşmamak gerek, çünkü Russell Crowe kariyerinde çok başarılı, çok büyük yönetmenlerle çalışmış biri.

Film, yer altındaki suyu bulup, yer üstüne çıkarma konusunda uzman olan Connor (Russell Crowe)’un 3 oğlunu Çanakkale Savaşı’na yollaması ve savaştan sonra oğullarını, daha doğrusu oğullarının cesetlerini, aramasını anlatıyor. Bu arama macerasında da Connor’a iki Osmanlı askeri yardım ediyor: Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Jemal (Cem Yılmaz).

Türk sinemasının en önemli isimlerinden olan Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın bu filmde oynayacağını öğrendikten sonra ön yargım oluştu. Filmde onlara figüran rollerini verirler, onlar objektifte çok az görünürler demiştim, ama filmde böyle olmadı, böyle olmaması sevindirdi. Yardımcı başrolü oynuyorlar. Hatta Russell Crowe’dan sonra kamerada en çok görünen kişi Yılmaz Erdoğan, Avustralya Film Ödülleri’ne aday oldu. (En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu)

Ayşe’yi canlandıran güzel oyuncu Olga Kurylenko’nun sesinin dublaj olması işi biraz engebeli yola sokmuş. Ama olsun, bu film için Türkçe öğrenmeye çabalaması bile yeter.

Ayrıca savaşın acımasızlığına ve çirkinliğine öyle nesnel yaklaşılıyor ki hiçbir millet (ırkçılık boyutunda) üstün tutulmuyor, herhangi bir üstün kahramanlık ögesi göze çarpmıyor. Fakat filmde Batı’nın (İngiltere’nin) eleştirildiğini görüyoruz. İngilizlerin, Connor’un çocuklarını arama çalışması sırasında çıkardığı zorluklar, kağıt-evrak işleri, umudunu kırıp eve yollama çabası…

Bu yapım Türk ve doğu (özellikle Arap-İran) kültürüne de ışık tutuyor. Connor’un çocuklarına ‘Binbir Gece Masalları’nı okuması, Türk kahvesini içtikten sonra fal baktırması, Binbaşı Hasan ve Jemal ile hamamda yıkanması ve dinden uzak olan Connor’un Sultanahmet’e girdikten sonra duyduğu hayranlık Türk ve doğu kültürünün başka ülkelerce tanınması için bir araç olabilir bu film.

Türk yapımcılarının, böyle ünlü, yetenekli oyuncular ve gelişmiş teknolojiyle ortak çalışmalar yapması sinemamızı da geliştirir. Sonuç olarak, izlenilmesi gereken bir yapım. Russell Crowe’un yönetmenlik serüveninin başarıyla başladığını söylemek mümkün.  

Yönetmen: Russell Crowe
Senaryo: Andrew Knight, Andrew Anastasios
Oyuncular: Russell Crowe, Olga Kurylenko, Yılmaz Ergoğan, Cem Yılmaz, Salih Kalyon, Jai Courtney, İsabel Lucas

IMDB Puanı: 8.3
Eleştirmenin Puanı: 8.0